Mehmet Eroğlu İyi Adamın On Günü romanı ile okurlarla buluşuyor

İyi Adamın On Günü adlı roman okurlarla buluşmaya hazır. Mehmet Eroğlu’nun romanı avukat Sadık adlı karakterin on günlük süreçteki hafiyelik macerasını anlatıyor.

Mehmet Eroğlu İyi Adamın On Günü romanı ile okurlarla bu cuma (8 Şubat 2019) buluşuyor. Kitap, İletişim Yayınları tarafından basıldı.

Son romanları Fay Kırığı Üçlemesi’ne ait Mehmet, Emine ve Rojin ile okurların beğeniyle takip ettiği yazarlardan Mehmet Eroğlu bu kez İyi Adamın On Günü adlı romanıyla geliyor. 

Romanın adına da yansıyan on günlük bir süreci anlatıyor Mehmet Eroğlu. Dört kadın ve bir adamın hikayesi… Her şey on günlük bir zaman diliminde olup bitiyor. Herkesin “iyi adam” olarak bildiği avukat Sadık, on günde olup biten bir muammanın peşine düşer. Kayıp bir meleğin izini sürer avukat Sadık. Bu süreçte hafiyelik yapar ama hayatındaki kadınlarla da yüzleşir. 

Kadınların en alımlısı ona ihanet ediyor. En zengini ondan çetrefil bir bilmece çözmesini istiyor. En kurnazı labirentten çıkışı gösteriyor. En seveceni ise hayatını hiç olmadığı kadar güzelleştiriyor. 

Kitaptan alıntı: “…Galiba cesaret sandığımız şey, korkunun yokluğundan ya da korkuya alışmaktan ibaret…” Cesaretimin sırrını vermek için daha da eğildim. İçimden gülmek geliyordu: “Hem risk almadan, yaşamını ortaya sürmeden adalet elde edilmiyor.”

Mehmet Eroğlu’nun İyi Adamın On Günü romanının ilk bölümü aşağıda yer alıyor.

İYİ ADAMIN ON GÜNÜ 

Garipti; durumu açıklayacak en uygun sözcük bu: Dakikalardır bir kamçı gibi şaklayan sağanağın öfkeli sesini duyuyordum ama üzerime bir tek yağmur damlası bile düşmemişti. Derisi yüzülmüş, cansız bir yılan… Önümde uzanan, doğu ve batı ucu ağaçlı dik iki tepeyle sınırlanmış yay şeklindeki gölgesiz kumsalın görünüşü tam da böyleydi. Arkada, ormanın sınırını belirleyen yüksek palmiye ağaçlarının bittiği hattan itibaren tatlı bir eğimle denize inen, sadece birkaç kahverengi ağaç kökü ile kesintiye uğramış bu beyaz şerit de ıslanmamıştı, kuruydu.

Suyun rengi… Azur mavisi dedikleri bu olmalıydı. Görülmeyen, ıslatmayan bu sihirli yağmurun yanı sıra ortada başka bir gariplik daha vardı: Kamçı şakırtısıyla birlikte art arda patlayan gök gürültüleri! Sesleri duyuyordum ama tepemdeki lekesiz mavilikte, uzak ufukta şimşek de yoktu. Sadece hayalet sesler… Dik ışınların altında kavrulan ıssız plaj, ben ve yakıcı güneş… Tüm bedenimi ısıtan bu düşünce soluk kesiciydi.

Yeşilin her tonunu içinde barındıran gölgeli ormandan çıktığımdan beri sıcağın tıpkı toprağın derinliklerine sızan sular gibi kemiklerime kadar işlediğini hissediyordum. İki yanında böceklerin, okyanus yengeçlerinin yürüdüğü ince su akıntısının üstünden atlayarak adına yakışacak kadar sakin Pasifik’e doğru yürüdüm.

Honiara’ya* inişimin üstünden topu topu dört saat geçmişti ama kendimi daha şimdiden iki yöne doğru göz alabildiğine uzanan bu geniş koya ait hissediyordum. Fiji’den** vazgeçip, bu isimsiz cennete geldiğime memnundum… “Ah bir de şu sağanakla şimşekler olmasa!” Mırıltım daha sönmeden uzak bir yerde birdenbire doğan bir gök gürültüsü, Tanrının kulaklarının ağır işittiğini kanıtlarcasına, ardına tiz bir ses takarak cennetin sükûnetine mızrakla saldırdı… Şimşek gürültüsü beni yavaşlattı: Hâlâ ıslanmıyordum.

Büyülüydü bu kumsal! Tepede şeffaf bir şemsiye olmalı! Durdum: Şaşkınlıktan değil, kendimi kutlamak için. Honiara’yla akıllıca bir seçim yaptığım ortadaydı. Çok sık olmazdı bu. Yağmuru ve şimşeği merak edeceğime ender olarak başıma gelen bu ısı şöleninin keyfini çıkarmalıyım… Birkaç adım attım, sırtüstü yatıp ayaklarımı suya uzattım. Artık yağmur da keyfimi bozamazdı. On kadar bungalov, bakımsız bir idare binası! Otelden çok 19. yüzyıl sömürge plantasyonunu andıran tesisten çıkarken elime tutuşturdukları –daha alırken adını aklımda tutamayacağımı bildiğim– sulu meyveyi ısırdım. Kavunu andıran şey nefisti: Ne ekşi, ne de tatlı; egzotik ve gizemli tat dedikleri bu olmalıydı…

Bir süre önümdeki sınırsız ufku, tıpkı Macellan’ın beş yüz yıl önce önündeki uçsuz bucaksız bu su çölüne ad verirken yaptığı gibi, korkulu bir hayranlıkla seyrettim. Görüntü, lekesiz bir bellek gibiydi. O denli sıra dışı, o denli inanılmaz, bakanı o denli önemsizleştirip küçülten, kıpırtısız bir düzlük.

Saat kaç olmuştu? Kolumu kaldırdım, bileğimi göz hizama getirdim. Aslında sabah farkına varmıştım; iki gündür saatimi bulamıyordum. Ama dert etmeye niyetim yoktu. Her günün bir öncesi gibi yaşandığı, bugünün düne benzediği, yarının bugüne benzeyeceği bu yerde, tıpkı ihtiyaç duyulmayan bir uzvun giderek yok olması gibi insanı zamanın sultası altında tutmaya yarayan o alet de ortadan kaybolmuştu sonunda.

Kumsalın batı ucunda, denize doğru eğilmiş, su içmek isteyen bir devekuşunu andıran uzun bir palmiye nazlı nazlı sallanıyordu. Gözlerimi kapadım ve bir sürüngen gibi, çıplak bedenimle güneşi emmeye koyuldum. Isı, derimin gözeneklerinden içeriye giriyor, kaslarımı genişleterek daha aşağılara doğru kıvamı seyrelmiş bir magma halinde akıyordu. Buraya kemiklerimi ısıtmak, yüzümü utanç gibi kaplayan o bıktırıcı soğuktan kurtulmak için gelmiştim.

Bir süre sesleri, daha çok sessizliği dinledim. Kumsala vuran küçük dalgaların melodisi tekdüze ama yatıştırıcı bir ninniye benziyordu. Sonra uzaktaki o tanımsız ışık… Tekrar o şimşekler ve sağanak. Bu kez sesler daha da yakına gelmişti. Tepedeki fanus mu kırıldı? Belki de biri o şemsiyeyi kapamıştı… Gözlerimi araladım. Hataydı bu: İlk algıladığım cennetten kovulduğum, ikincisi, yağmur oluğundan binayı çevreleyen beton tretuvara dökülen suyun şırıltısı oldu. Ellerimi yanaklarıma götürdüm. Nemin keskinleştirdiği, bıçağa dönüşmüş tanıdık soğuk, yüzümü doğramaya yatağa gelmişti.

Yanaklarımı ovuşturdum. Faydasız: Soğuk, zamk gibi yapışkandı. Büyü bozulmuş, aylardır gördüğüm en sıcak rüyadan gerçeğe, ayazın hüküm sürdüğü dünyama geri dönmüştüm. Üşenmesem küfür ederdim, etmedim, dudaklarımı aralamak yerine yorganı üstüme çektim ve hızla soğuyan bedenimi on binlerce kilometre ötedeki o ışıklı cennetten, bu karanlık ve nemli bodruma geri getiren sesleri dinlemeye koyuldum… Evet, yağmur yağıyordu ama göğün gürlediği falan yoktu. Gürültü antreden geliyordu: Birisi art arda sert darbelerle kapıyı dövüyor! Ya yıldırım? Dinledim.

Çatırtılı sesse hâlâ çalmakta olan telefondan yükseliyordu. Gerindim. Kalkmam gerek… Düşünce acı veriyordu. Kapı ve telefon! Hangisi? Aslında aklımda bu sorudan başka, daha önemli bir soru vardı. Hatırlayamadığım soruyu bırakıp yakında olduğu için önce telefona uzandım. Ahizedeki mutsuz, aceleci ses, imdat der gibi adımı tekrarlıyordu: “Sadık, alo Sadık.” Hâlâ cennet sersemiydim, yine de arayanın kimliğini çıkarmakta zorluk çekmedim. Maide’nin koyu sesi –beynimin tozlu raflarındaki– yüzünün fotoğrafı gibiydi. Cevap verecekken durdum.

Kapıdaki gök gürültüsü iyice artmıştı. Maide’ye beklemesini söyleyip yataktan kalktım. Seval! Kapıyı kırmaya niyetlenen oydu demek. O da mutsuzdu ama onunki Maide’ninki gibi sesinde değil, damla gibi aşağıya sarkmış güzel, taze yüzündeydi. Yeşil gözleri de büzülmüştü. Uzunca bir zamandır çalıyor olmalıydı, kapının aralandığını görür görmez atıldı: “Haberlerim var Sadık Ağabey. Önemli.” Önemli ya da önemsiz, sıraya girecekti.

Elimle susmasını işaret edip telefona geri döndüm. Mutsuzluğu kaybolmamış olsa da Maide’nin sesi biraz sakinleşmişti: “Büroya ne zaman uğrayabilirsin?” Bileğime baktım. “Bir ricam olacak.” Saat yoktu; nereye bıraktığımı hatırlamıyordum. Belki de o cangılda unutmuştum. “Kaçta?” dedim. “İki uygun mu?”

“Şimdi saat kaç?” Maide kısa bir kararsızlığın ardından, “On iki,” dedi. Erkendi ama onu geri çeviremezdim; üç haftadır dergiden beklediğim parayı hâlâ göndermemişlerdi. “Uygun,” dedim. “İkide büroda olurum.” Böyle bir havada evde kalmayı tercih ederdim oysa. Tamam, kış bitmesine bitmişti ama bu mevsimde yağmurlar da göç etmeyi unutmuş soğuk esintiler taşıyordu yanında. Arkamda Seval’in sabırsız mırıltılarını duyunca telefonu kapatıp geriye döndüm.

İlk soru: Neden bu kadar erken bir saatte ayaktaydı? İkinci soru: Günlerden cuma mı? İkincinin cevabı kolaydı. Cuma olmamalıydı çünkü işe çıkıyormuş gibi giyinmişti. Galiba adını aklımda tutamadığım o sarışın, yeşil gözlü, hüzünlü bakışlı film yıldızına benzemeyi seçmişti bugün. Başka ne vardı? Kısa eteği onu çıplaklaştırmamış, boyunu uzatmıştı. Birden onu iki yıldır tanımama rağmen hiç aklıma gelmeyen soruyla durakladım.

Kaç yaşındaydı? Yirmi? Yirmi beş dese, kimse inanmazdı ona. Eteği ne zaman bu kadar kısa olsa dilime inen o kararsızlıkla durakladım. En iyisi içimdeki sese kulak verip susmaktı. “Aşk olsun! Beni içeri almayacak mıydın Sadık Ağabey?” Seval yine cevap vermeyeceğimi anlayınca sitemkâr bir sesle ekledi: “Ama ben seni her zaman içeri almaya hazırım ağabeyciğim… Beni dinle, bırak o kart oyuncuyu; Meral miydi, neydi?” Eliyle yaptığı işareti görmezden gelerek yana çekildim. Gözlerimi açar açmaz üstüme çullanan sinsi soğuk, yüzümü dilim dilim kesmeye koyulmuştu.

Şimdi o kumsala geri dönmek için neler vermezdim? Bu ilkti; bir yıldır ekvatora hiç az önceki kadar yakınlaşmayı başaramamıştım. “Allah aşkına elbiselerinle mi uyuyorsun ağabey?” Seval odanın ortasına gelince sağ elini havaya kaldırdı. Sefertasını o zaman fark ettim. “İçine biraz yemek koydum.” Sesi azarlar gibi ciddileşmişti: “Madem vekâlet ücretini öyle almıyorsun, böyle al.” İma ettiğini anlamamış gibi yapıp sefertasını aldım, mutfağa geçtim. Zaten ne zaman sözü buraya getirse nedense bakışlarına teklifin şaka olduğunu belli eden utangaç bir ifade yerleşiyordu.

Canlı ve kışkırtıcı olsa da kendisine özgü bir iffeti vardı. Aslında ortada şikâyet etmemi gerektirecek bir durum yoktu. Ev sahibesinin onu evden çıkarmak için açtığı tahliye davasının dilekçelerine dört aydır cevap yazmanın karşılığını günaşırı iki çeşit yemek olarak alıyordum. Bir keresinde de ödeyemediğim kiramı karşılamıştı. Dolma ve köfte! Mönü kahvaltı için ağırdı, ikisini de buzdolabına koydum. Kapakta nasılsa bozulmamış yarım şişe süt vardı.

Hepsini içtikten sonra banyoya geçtim. Seval arkamdan bağırıyordu: “Seni rahatsız ettim ama mesele şu ağabeyciğim. Mendebur Cemile şimdi de evde dört kişi kaldığımızı yumurtlamış affedersin şeyinden… Paragöz cadaloz, görmüyor mu, düdük kadar eve gölgemle ben anca sığıyoruz…” Sesler bir süreliğine sustu. Argo sözcükleri kullanışında hiç inandırıcılık yoktu: “Bak, noterden yeni… Neydi bu?” Yine yanlış söyleyeceğine iddiaya girerdim. “Ha tebrigat geldi…” Seval beceriksizce, küfürlerle süslemeye çalıştığı şikâyetlerini bitirinceye kadar banyoda oyalandım. Soğuk burada daha keskindi; üstelik kokuyordu da. Tavandaki leke iyice koyulaşmıştı: Anlaşılan üst kattaki tuvalet yeniden akmaya başlamıştı. Öğürdüm. Duvarlara bir renk gibi sürülmüş kokunun bir kısmı da küften kaynaklanıyor olmalıydı.

Aslında her yerde küf vardı: Işıklar bile küf tutmuştu. Ellerim karıncalanmaya başlayınca günün ilk sigarasını yaktım. O sırada yukarıda birisi sifonu çekti. Borudaki sidik, bok yığını, sefalet, dertler, kırık hayat hikâyeleri ve başka ne varsa, büyük bir gürültüyle aşağıya doğru akıp şarıltıyla dibe vurdu. O zaman farkına vardım: Uyandığımda duyduğum sesler susmuştu. Yoksa yağmur yağmıyor muydu? Sigarayı yarıladığımda duman başımdaki sisi dağıttı. Bu kötü haberdi: Zihnim sonunda berraklaşacak, iyice ayılacaktım. Peki o adada gördüklerim? Her şeyi hatırlayabilecek miydim? Belki not almalıydım…

“Ağabeyciğim, kubura mı düştün?” Anlaşılan Seval’in gitmeye niyeti yoktu.

Sigarayı söndürüp odaya geri döndüm. Meraklı ufaklık, yatağa oturmuş, yerden aldığı fotoğraflara bakıyordu. Bacakları neredeyse tamamıyla meydandaydı. Bana bakınca gözlerimi bacaklarından kaçırdım.

“Yataktan kalk! Çıkmam gerek.” “Burası neresi ağabeyciğim?” Abi ya da abicim demek yerine nedense sözcüğü tam olarak söylüyordu: Ağabey, ağabeyciğim! Merakının dağılmayacağını fark edince, “Pasifik Okyanusu’nda bir yer: Fiji Adaları,” dedim. Seval dudaklarını büzerek tekrarladı: “Fuci… İstanbul’dan uzak mı?” Çok uzak olduğunu anlatmak için dudaklarımı büzerek başımı salladım. Seval hâlâ büyülenmiş gibi elindeki fotoğrafa bakıyordu.

“Buraya gittin mi?” “Hayır.” Aslında bu kısa hayırla yetinmeliydim ama o fotoğraftan yayılan sıcaklık beni gevezeleştiriyordu: “O adaların yakınındaki başka bir adaya gittim,” dedim. Seval, “Vay canına,” diye mırıldandı. Sanki aya gitmişim gibi hayranlıkla bakıyordu. Yemyeşil –ama öyle alelade değil, yoğun, saf bir yeşil– gözleriyle, öyle, astronota bakar gibi bakmasaydı konuyu orada bırakır daha fazla uzatmazdım ama birisinin bana hayran olmasının üzerinden epeyce zaman geçmişti. “Solomon Adası’nın iki yüz kilometre doğusunda,” dedim. Seval’in başka soruları da vardı.

Dudaklarının konuşma öncesi kıpırtısından anlaşılıyordu bu. Ondan önce davranıp elinde –hayatı ona bağlıymış gibi– sıkıca tuttuğu tebligatı işaret ettim: “Bırak, bir ara bakarım.” “Beraber baksak…” Göz göze geldik. Kızıp kızmadığımı kontrol ediyordu. Kızmıyordum ama kızmışım gibi omuzlarımı kaldırdım. Sonunda pes etti. “Tamam,” diyerek doğruldu. “Nermin Abla’ya ne diyeyim? Benim vasiyet davasına da bakar mı diye sorup duruyordu.”

Bir başka tebligat! Tebligatı gelecek sefere bırakıp, “Vasiyet değil, veraset,” diye düzelttim. “Nermin Abla’na avukat olmadığımı söyle.” Seval, “Ama avukatsın,” diyerek atıldı. Beni inandırmak, unuttuğumu hatırlatmak ister gibi eliyle pencerenin yanındaki konsolu işaret ediyordu. “Diploman nah, o kıymetli kitaplarının orda. Hayır, vallahi, ekmek Kuran çarpsın karıştırmıyordum. Sen hastayken ortalığı toplayıp düzelteyim demiştim.” Günün ikinci sigarasını özlüyordum; üşüyordum da. Kapıyı açtım. Antredeki soğuk içerideki kadar berbattı, sadece rengi değişikti.

Seval çıkmadan durdu ve kımıldamama fırsat vermeden ani bir hareketle boynuma sarıldı. “Sen çok iyi birisin… Sen olmasan benim halim ne olur?” Sonra yanağımdan öptü. İşte yine yapacağını yapmış, bir anda değişivermişti. Şimdi kollarımın arasında bir fahişe değil, mis gibi kokan, utangaç bir genç kız vardı. Kollarım! Ona ne zaman sarılmıştım? Gerileyince Seval başkalaşan gözlerini kaçırarak dönüp uzaklaştı. Merdivenlere yürürken kalçaları ahenk içinde iki yana sallanıyordu. Kimse onun Kastamonu’nun adı unutulmuş bir beldesinde adı çıktı diye sürüldüğü İstanbul’da, üç yıl içinde şalvarlı bir genç kızdan, kentli, çekici bir genç kadına dönüştüğüne inanmazdı. Bakışlarında, yürüyüşünde, gülümseyişinde içgüdüsel bir cilve vardı: Mesleğinden edinmediği, doğuştan gelen bir cilve.

Ayak sesleri duyulmaz olunca kapıyı kapatıp yatağa döndüm. Üşenmesem öfkelenirdim: Aylardır peşinde koştuğum o mükemmel tropik rüyayı gürültücü iki kadın yüzünden tam ortasındayken elimden kaçırmıştım. Hem de doyasıya ısınmadan. Ama öfkelenmedim, yatağın ayakucunda, yere saçılmış fotoğrafları topladım. Semporna mı, Wayag Adası mı?* Semporna! Ufuk daha genişti. Hem çoktandır Borneo’ya gitmemiştim… Aslında ikisi de olabilirdi. Uyandığımdan beri zihnimde filizlenen soru o sırada ortaya çıktı: Avustralyalılar… 2007’de miydi, evet 2007’deydi, Solomon Adaları’nı neden işgal etmişlerdi? Bir ara vakit bulup Yeni Zelanda Komünist Partisi’nin bildirisini okumalıydım.

Telefonu aldım ve üç hafta sonra Meral’i aradım. Zil uzun uzun çaldı ama açılmadı. Belki mesaj yazmak daha iyi bir fikirdi. Akşam evdeyse uğrayacağımı yazıp kendimi sırtüstü yatağa bıraktım. On dakika kestirmek için vakit vardı. Konsolun üzerindeki Dostoyevskilere baktım. Bugün okuyacak olsaydım Zverkov’u** okurdum. Bu mahzene en uygunu o olurdu. Gözlerimi kapadım. Üşüyordum ve içimde adını koyamadığım bir sıkıntı büyüyordu. Sıkılmaya alışıktım ama bugünkü oldukça değişikti. * * * Katlarını her gelişimde saydığım ama her seferinde de sayısını unuttuğum gösterişli iş merkezinin yağmurdan korunan, pahalı, yeşile çalan mermerlerle kaplı girişinde sigara içerken bir yandan da düşünüyordum.

Hayır, Maide’nin beni neden çağırdığını değil, gördüğüm her rüyanın sonunda ortaya çıkan, bir türlü yakınına gidip içine bakamadığım o ışıltılı küreyi… Aslında oyalanmamam gerekiyordu: Seval evden çıktığından beri hiçbir şey yapmadığım halde yarım saat geç kalmayı başarmıştım. Yine de acele etmeden, sigarayı sonuna kadar içtim. Tedbirli olmak gerekiyordu: Maide’nin bürosu o kurtarılmış sigara içilmeyen bölgelerdendi. Oysa benim dumana ihtiyacım vardı; hem soğuğu yumuşatıyor hem de zihnimi açıyordu.

Bir ara katları tekrar saydım: On dörttü. İçimdeki sıkıntı biraz daha büyümüştü. On ikinci katın tümünü işgal eden gösterişli büronun geniş girişinde oturan sekreter değişmiş, o erkek suratlı kadın yerini bahar sürgünü gibi körpe birisine bırakmıştı. Kıza kim olduğumu söyleyince o, kapısı kapitone deri ile kaplı odaya Maide’ye haber vermeye girdi, ben pencereden dışarısını seyre koyuldum. Kalın camların bu tarafında kalan sükûnet şehrin gürültücü trafiğinden uzaktı. Temiz, sessiz ve dediğim gibi dumansız bir dünya! Başımı eğip omzumu kokladım. Buradaki varlığım ayrıkotundan farksızdı. Kız, Maide’nin bürosuna girdikten çok kısa bir süre sonra kızarmış bir yüzle dışarıya çıktı. “Avukat Hanım” beni bekliyordu. Maide! Onca spor, sürekli diyet; faydası olmuyordu: Son görüşümden bu yana daha da şişmanlamıştı. Yirmi yıl içinde boşanma avukatlığından şirket patronluğuna terfi eden kadının eliyle gösterdiği yere oturdum.

Bakılacak tek yeri ışıltılı gözleriydi ancak onlar da bugün gölgeliydi. Geç kaldığımı söylemeye hazırlandığını fark edince bileğimi gösterdim. “Saatim kayboldu.” “Telefonun da mı yok Allah aşkına…” Sesi daha da öfkelenecek gibi tiz ve sabırsızdı, sonra nedense vazgeçti. “Nasılsın? En son ne zaman görüşmüştük?” “Niğde’deki iş sırasında,” dedim. “Şu…” Gözleri boş bakıyordu. Demek bana en son ne zaman iş verdiğini unutmuştu. “Patates ihracatçısı için… Mallarını çocuklarından kaçıran iki eşli adam. Onu bulmamı istemiştin.” “Hatırladım,” dedi. “Bizim altın dişli adam.” Adamın dişlerinden topu topu iki tanesi –o da altın değil– metal kaplamaydı. Ama bunu tartışma konusu edecek değildim.

“Evet, o iş,” dedim. Maide, “Biliyor musun, canına okudum o herifin,” dedi. Adamın parasına el koyduğu gün aldığı zevki hatırlamak bir anlığına gözlerindeki gölgeleri dağıtmıştı. “Epeyce olmuş.” “En az dört ay,” dedim. “Hava çok soğuktu…” Maide gülümsemeye çalıştı. Ancak çabasının bir yararı olmadı. “Anlaşılan yaz sana uğramamış.” Üstümdeki ceketin kışlık olduğunu fark etmişti. Tek ceketim bu, ben hep üşürüm diyecek halim yoktu, sustum. Zaten o ikimiz adına konuşuyordu: “Ben de soğuğu pek sevmem… O zamandan bu yana neler yaptın?” Eski işimi: Hüzün ve keder biriktirdim demeyi düşündüm ama Maide beni beklemedi: “Yine şu seyahat yazıları değil mi?” Başımı sallayıp, “Yine o yazılar,” dedim. “Allah aşkına oralara, o adalara gitmeden nasıl öyle ayrıntılı yazabiliyorsun? İnternetten mi?” Rüyamda görüyorum desem ne yapardı? Tabii ki demedim. “İnternetten,” dedim. “Çok ilginç, inanılmaz… Pekâlâ, gelelim seni buraya çağırma nedenime…”

Davetin genellikle kibarlık gösterildiği kısa giriş faslı sona ermişti. “Yine birisini bulmanı istiyorum senden. Ancak bu kez durum farklı. Biraz özel sayılır. Yani her zamanki gibi dava ile ilgili araştırma işi değil…” Böyle açıklamalı başlangıcın bir nedeni olmalıydı. “Benim ikizlere bakan kadının…” Yardımcım dememişti. “Yeter’in oğlu bir aydır kayıp. Çocuğun adı Tevfik. Nişantaşı’nda, tanınmış bir kuaförde çalışıyordu. Aslında onu oraya ben yerleştirdim. On yedi ya da on sekiz yaşında. Fotoğrafı bu.” Maide –notlar şeklinde kısalttığı– açıklamasını bitirince fotoğrafı elime tutuşturdu. Son derece, hayır daha fazlası, inanılmayacak kadar güzel bir yüzün fotoğrafıydı bu.

Çocuğun öyle ince ve anlamlı hatları vardı ki, bir an Tanrının böyle bir yüzü erkeğe vererek israf ettiğini düşündüm. Sonra nedense Seval’i hatırladım. Bu da beni utandırdı. Maide utancımdan habersizdi; önündeki telefonla meşguldü. “Bulamadın mı?” Beklemeden –galiba dışarıdaki kızla konuşuyordu– tekrar bağırdı: “Yahu topu topu üç numara var… Cevap vermiyor da ne demek? Evet, tekrar tekrar arayacaksın.”

Emrinin anlaşıldığından emin olunca telefonu sert bir hareketle kapatıp aynı yüzle bana döndü. Patron öfkesinin böyle sergilenmesinin sadece yönelttiğine değil, etrafındakilerin üzerinde de hâkimiyet kurmaya yaradığını, zenginliğe uzanan merdivenleri tırmanırken öğrenmişti. Fotoğrafı uzattım. “Hayır, sende kalsın,” dedi. “Lazım olacak…” Demek işi kabul edeceğimden emindi. Haklıydı, edecektim, eveleyip gevelemeye gerek yoktu. İşim başımdan aşkın, ekvatora yakın tropik bir adaya gitmek için rüya görmeye yatacağım diyecek halim de yoktu. Başımı eğdim. Yıllardır düzenli iş veren birisini, meteliğe kurşun attığım şu vakitte geri çevirmek aptallık olurdu. Isınmak için bir süreliğine başka bir yol bulmalıydım. Fotoğrafı cebime koydum. “Polis araştırma yapmadı mı?” Maide, “Yaptı,” dedi çabucak.

“Şule çıkarken sana araştırma dosyasının bir kopyasını verecek. Bu da soruların olursa emniyetten cevaplayacak kişinin kartviziti. Şevket Komise-rin bana bir iyilik borcu var. Yardım istediğinde seni geri çevirmez. Az önce aradım, senden söz ettim…” Maide’nin uzattığı kartviziti de aldım.

Baştan söylememde yarar vardı: “Kaybolmasının üstünden bir ay geçtiyse bu uzun bir süre,” dedim. “Yani çocuğu bulma şansımız düşük.” “Farkındayım Sadık, ama Yeter’e söz verdim.” Maide’nin mutsuz sesi yine o mazeret kabul etmeyen, hükmedici tonuna bürünmüştü. “Tam on yıldır yanımda. Nedense oğlunun bulunması için çaba göstermediğimi düşünüyor. Beni polis sanıyor herhalde… İşi bırakırsa bütün düzenim mahvolur. Oğlanı da tanıyorum; yani arada bize gelir giderdi. Davet olduğunda uğrayıp fön falan çekmek için. Ne kadar çabaladıksa da okumadı…

Durum bu; birkaç gün, en çok bir hafta araştır, bakalım bir şey çıkacak mı?” Çocuğu bulmakla ilgilenmiyor, amacı, kaybetmek istemediği yardımcısının gözünü boyamak… Aslında bu iyi bir haberdi. Maide’nin niyeti işimi kolaylaştıracaktı. Yani başarısızlık yoktu işin sonunda. Yine de içimi kar yağdığında olduğu gibi soğuk bir hüzün kapladı. Belki de hüzün değil, şu inatçı sıkıntıydı. Aynı duyguyla ürperdim: Üç saat önce, güneş banyosu yaptığım o adada olmak için neler vermezdim. Ama Fulya’daki gösterişli bir iş merkezinde, Maide’nin –zenginlerin evliliklerini sona erdirerek, şirketleriyse evlendirerek– edindiği serveti yansıtan gösterişli odasındaydım. Bir yere gittiğim yoktu.

“Tamam,” dedim. “Dediğin gibi yaparım.” Mücevheri andıran saatin zarafet iliştiremediği bileğin ucundaki kaba el, masasının üstünden aldığı zarfı uzattı. “İçinde bir miktar nakit var. Gerekirse kredi kartından da harcayabilirsin. İş bitiminde hallederiz.” Bir an kredi kartlarımın iptal edildiğini söylemeyi düşündüm ama sonra vazgeçtim. İş, alt tarafı bir hafta sürecekti. Zarfı alıp ceketin cebine yerleştirdim. Sırada Şule vardı.

Mehmet Eroğlu kimdir?

İzmir’de 1948 yılında doğan Mehmet Eroğlu, ODTÜ’den mezunudur. İlk romanı Issızlığın Ortası, 1979 Milliyet Roman Ödülü’nü kazandı. Ancak 12 Eylül sıkıyönetim döneminde roman sakıncalı bulunarak yayımlanamadı. Romanları ilk kez 1984 yılında basıldı. 

Issızlığın Ortası romanı ile Milliyet Roman Ödülü’nün ardından Madaralı Roman Ödülü ve Orhan Kemal Roman Armağanı kazandı. Geç Kalmış Ölü, Yarım Kalan Yürüyüş (1986), Adını Unutan Adam (1989), Yürek Sürgünü (1994) adlı romanları yazdı. Mehmet Eroğlu 1994-2000 yılları arasında senaryo yazdı.

Yüz: 1981 (2000), Zamanın Manzarası (2002), Kusma Kulübü (2004), Düş Kırgınları (2005), Belleğin Kış Uykusu (2006) romanları yayımlandı. Fay Kırığı Üçlemesi’nin ilk kitabı Mehmet 2009 yılında, ikinci kitap Emine 2011 yılında, son kitap Rojin ise 2013 yılında okurlarla buluştu. 

Yazarın diğer kitapları şunlar: 9,75 Santimetrekare (2014), Mermer Köşk (2017), Kıyıdan Uzakta (2018)

Mehmet Eroğlu’nun televizyon için yazdığı diziler de var. Bunlar Sızı, Issızlığın Ortası ile Tutku adlı diziler. Solgun Bir Sarı Gül adlı senaryosu da sinemaya çekildi. Solgun Bir Sarı Gül, 1997 Antalya Altın Portakal Jüri Özel Ödülü ve 1997 Adana Altın Koza En İyi 3. Film Ödülü’nü kazandı. 80. Adım adlı senaryosu da film oldu. 80. Adım, 1996 yılında İstanbul Film Festivali’nde En İyi Türk Filmi ve FIPRESCI (Uluslararası Sinema Eleştirmenleri Federasyonu) ödüllerini kazandı. 

Pelin Çite
Pelin Çite
İki yumurta kıramayıp koltuğunun altında 5 kitap taşırken, otobüste ayakta okuyanlardan. Hızlı okuma ve hızlı yazma kurslarını ortaokulda tamamlamış. ABD’de sinema eğitimi aldı. Eski film koleksiyonu yapmayı seviyor.
YAZARA AİT TÜM YAZILAR
BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 1 YORUM