Sinan Akyüz’ün yeni romanı Yağmurun Gelini

Yavuz Rençberler
724kultursanat.com ‘un kurucusu. Gazeteci, televizyon programcısı, iletişim danışmanı. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo TV mezunu. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ödülü sahibi. Mesleğinin verdiği refleks ve pratiklikle kültür sanat alanında olanları değerlendirmeye paylaşmaya çalışıyor. İçinde insan olmayan kitaba, içinde kitap olmayan insana inanmıyor. İnsanın yazılmamış sayfalarının yazılanlardan daha çok olduğuna inanıyor. İletişim: yavuz@724kultursanat.com

Yağmurun Gelini romanı yakında raflarda yerini alacak. Sinan Akyüz’ün romanı dram dolu bir aşkı anlatıyor. Gerçek hayattan alınan bir hikayeyi romanlaştıran Sinan Akyüz, okurlarına yine heyecan dolu bir aşk macerasını aktarıyor.

Sinan Akyüz’ün yeni romanı Yağmurun Gelini yakında raflarda yerini alacak. Aşka ve sevdaya dair romanlarıyla geniş bir okur kitlesine sahip olan Sinan Akyüz, yine gerçek hayattan aldığı hikayeyi okurlarına ulaştıracak.

Akyüz, yaşanmış hayat hikayelerini romanlarına konu ediyor. Yağmurun Gelini de yaşanmış bir hikayeye, tanıklıklara dayalı bir roman. Dram dolu bir aşkın romanı Yağmurun Gelini.

Roman raflara yerleştirilmeden önce Sinan Akyüz ile keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Hem romanın konusunu hem de yazım sürecini, Sinan Akyüz’ün roman yazma sanatına bakışını konuştuk. Roman 3 Şubat 2017’de raflarda olacak. ALFA Yayınları’ndan çıkan Yağmurun Gelini, Sinan Akyüz’ün on üçüncü romanı ve 333 sayfaya sahip. İlk baskısı 50 bin adet yapıldı.

BÜYÜK DERTLER DİLSİZDİR

Kitabın kapağında “Büyük dertler dilsizdir” ifadesini merak ediyorum. Sinan Akyüz, Nijerya atasözü olduğunu belirterek tamamını da şöyle dile getiriyor: “Küçük üzüntüler konuşurlar. Büyük dertler dilsizdir.”

Peki yazar neden bu sözü kapağa almış? Dinleyelim:

“Eskiden beri sevdiğim bir atasözüdür. Kitabın ana mottosu bu. Yaşamımızda zaten hep bu yok mudur? Hep küçük üzüntüleri olan konuşuyor. Büyük dertleri olanlar susuyor, içine atıyor. Büyük dertler dilsizleştiriyor. Dile gelmiyor. Eften püften üzüntüleri konuşuruz çoğunlukla. Büyük dertler daha acı olduğu için onları konuşmak dile getirmek çok daha zor.”

Büyük dertler dilsizdir, sözünü romanın iskeletine oturtan Sinan Akyüz, “Ancak bu bir umut romanı” diyor. Umudun romanı, Kilis-Suriye arasındaki coğrafyada yaşanan gerçek hayattaki dram dolu bir aşkı ele alıyor.

YAĞMURUN GELİNİ ROMANINDAN BİR BÖLÜM

Kitabın girişinden alıntıyı ilk kez paylaşıyor Sinan Akyüz. Yağmurun Gelini romanından bir bölümü tadımlık niyetine okuyalım:

“Hz. Adem cennetten kovulup yeryüzünde yapayalnız kaldığı günlerden birinde, Allah’a kendisini affedip tekrar cennetine kabul etmesi için diz çöküp yalvardı. Yakarışı biter bitmez yağmur başladı ve bir hayli uzun sürdü. Yağmur dinince Allah, Hz. Adem’e bir gökkuşağı gönderdi ve ayağa kalkmasını işaret etti. Eğer gökkuşağının altından geçmeyi başarırsa cennete ulaşacağını söyledi. Ve Hz. Adem, umut etmeyi öğrendi.”

SINIRDAKİ İLK MAYIN TARLASINDA CAN VEREN AŞK

Romandaki olayların başlangıç zamanı 1959. O yılın özelliğinin daha doğrusu Suriye sınırına ait önemini “Sınır ilk kez mayınlanıyor” sözüyle açıklıyor Sinan Akyüz.

Dinlemeye devam edelim:

“Ve o mayınlarda bir çok insan özellikle kaçakçılık yapanlar can veriyor. O yıllarda çay, tütün, dolmakalem, naylon, elbise, kumaş gibi ürünler sınırdan kaçak getiriliyor. Hükümette Aydın Menderes var. Kaçakçılığın önlenmesi için sınır mayınlanıyor. Hikaye buradan başlıyor.”

DÜĞÜN HEDİYESİ İÇİN MAYIN TARLASINDA ÖLÜM

Sinan Akyüz, romanın konusunu anlatmaya devam ediyor:

“Güzeller güzeli Delal’in o gün düğünü var. Sevdiği aşık olduğu Şiyar ile evlenecek. Şiyar kaçakçı Reşo’ya, gerdek gecesi yüz görümlüğü olarak Delal’e hediye etmek için gök mavisi renginde bir elbiselik kumaş ve bir altın bilezik sipariş veriyor. Ve o gün, düğün günü Reşo’dan siparişini almak için sınıra gidiyor. Kaçakçı Reşo, sınırı geçerken adamlarından biri mayına basıyor. Mayın patlıyor. Bütün kaçakçılar kaçışıyor. Ancak merhametli Şiyar, kaçakçıyı mayınlı alandan çıkarmaya çalışıyor. İşte o sırada görevli askerlerin açtığı ateş sonucu göğsünden vurulup orada ölüyor.

Ve Şiyar’ın atı düğünün yapıldığı yere tek başına geldi. Delal şaşkındır. Şiyar’ın atına biner sınıra gider ve nişanlısının cansız bedenini alıp köye getirdi. O gün yukarıda bir yerlerde melekler Şiyar’ın yaşamına son noktayı koyup divitlerini kırdılar. Böylece Şiyar’ın kısacık hayatı ‘dengbejlerin’ sesinden ağızdan ağıza ölümsüzleşirken, aynı melekler bu sefer de ellerine tüylü uçlu divitlerini alıp Delal’in alın yazısını yeniden yazmaya koyuldular. İşte hikayemiz de burada başlıyor. Çünkü töre gereği Delal’in, Şiyar’ın kardeşiyle evlenmesi gerekiyor.”

GÖRMEDİĞİ BİRİYLE EVLİLİK

Düğün gecesi yarım kalan bir aşk. Yağmurun Gelini romanında, Delal’in devam eden dram dolu hayatında neler mi oluyor?

Sinan Akyüz’den dinlemeye devam edelim:

“Ama kader Delal’e başka bir yol çizdi. Önce Suriyeli Mamo’yu gönderdi. Sonra da umudu. Delal, bir daha köyüne dönmemek üzere başka bir köye gitti. Mamo, Delal’in oğluyla evlenmesini ister. Delal, Mamo’nun oğlunu hiç görmemesine rağmen, bu teklifi kabul eder. Mamo’nun oğlunun bir bacağı yaralıdır, Delal’ın de yüreği… Buradan yeni bir aşk hikayesi doğar. İşte bu aşkın, gerçek bir aşkın hikayesini okurlar heyecan içinde okuyacaklar”

Romanlarında genellikle yurtdışında yaşanan dramlar var. Özellikle mi seçiyorsun?

İncir Kuşları’nda Balkanlar vardı. Tıpkı Yağmurun Gelini gibi yaşanmış bir öyküydü o da. Piruze de yaşanmıştı ve Şam’da geçiyordu hikayesi… Yağmurun Gelini, Kilis’ten Halep’e uzanan bir hikayeye sahip. Ben daha çok gerçek yaşanmış hikayeleri romanlaştırıyorum. Bir hikaye kendini yazdırmaya karar verdiyse gelip benim yakama yapışıyor. Bu da öyle oldu.

Bir arkadaşımın ailesinin hikayesiydi. Yıllar önce dinlemiştim. Daha sonra arkadaşıma bu hikayeyi yazması için telkinde bulundum. Ancak roman yazmak kolay değil. Bir iş. Geçen yıllar içinde arkadaşım bana yazmamı teklif etti. Hikayeyi ondan ve yakınlarından dinledim. O dönemi araştırdım. Tarihi araştırma yaptım. 1959. Bir dönem ve sınırda ilk kez mayın döşeniyor. O dönemin kültürünü, dokusunu bilmek gerekiyordu. Aslında toplama bir köyün hikayesini de görüyoruz romanda. Kürt, Arap, Türkmen nüfusuyla karışık bir köy. Romanda yüreklere dokunan bir dram var. Ancak bu dram saf ve temiz bir hikayeye sahip. Biz de Hz Adem gibi bu hikayede umut etmeyi öğreniyoruz. Ve romanda umudu ağırlık olarak ele alıyorum.

Romanlarını nerede, hangi ortamda yazıyorsun?

“Yazarken yalnız kalıyorum daha çok. Ailemden ayrılıyorum. Yalnız kalacağım ortamda yazıyorum. Başka bir evde yaşıyorum o süreçte. Yazarlık eşittir yalnızlık. Yirmi dört saati yazarken çok farklı yaşıyorum. Bunun için yalnız kalıyorum. Bunun en iyi merhemi yalnızlık. İkiz çocuklarım var. Eşim ve çocuklarımla WhatsApp üzerinden görüntülü iletişim kuruyorum. Ama tabii ki çocukların hayatında bir baba ve anne var. Ama benim hayatımda ailemle birlikte yarattığım karakterler var. İşte o karakterler ben yazarken, ailemden bir adım öne çıkıyorlar. Bu kez onları bırakıp ailemin yanına bir iki gün için de olsa geldiğimde, bu kez romandaki karakterler hesap soruyor. Bizi bırakıp nereye gidiyorsun, diyorlar. Ve işin gerçeği de yazdığım dönemde onları pek bırakmamaya özen gösteriyorum.”

Bir romanı yazmaya nasıl başlıyorsun?

“Yazmadan önce bir klasik şemam var. Araştırmalarım var. Hacim olarak neredeyse bir romanın sayfaları kadar, araştırma notlarım olur. Karakterlerin yapısı, kurgusu, kitabın ana teması bunları oluşturmaya başladığım an yaklaşık 150-200 sayfayı buluyor. Bunları özümsedikten sonra oturup yazmaya başlıyorum. Karakterlere iyi sahip çıkamazsan, seni yolda bırakırlar. Karakterin sana ihanetinden değil karakterin de kendini çok iyi tanımamasındandır bu. Bu yüzden karaktere, romanı yazmaya başlamadan hikayeyi çok iyi anlatacaksın. Karakterin gideceği yolu çok iyi anlatacaksın. Karakter bunları özümsedikten sonra o an başlıyor sana fısıldamaya ve yaşadığı hayatı sana anlatmaya. Yüreğe dokunan romanlar da yarattığım bu iyi karakterlerden dolayıdır.
Bir yazar, karakterin yerine yazarsa hem yarattığı karakter hem de okur güler ona. Karakter ‘bu ben değilim’, der. Okur da ‘roman olmamış’, der.

Delal kardeşi Aso’ya diyor ki ‘töreyi insan oğlu yazdı lakin canı Allah verdi. Sen bilirsin.’ … Çünkü Aso, töre gereği Delal’i öldürecektir. Tırnak içindeki cümle Delal’e ait. Sinan Akyüz’e ait değil. Romanlarda kahramanlar konuşur, yazarlar değil. Yazar, kahramanının yerine konuşursa, kahraman yazara güler, ‘Bu adam bizi mi yazıyor? Ben böyle biri değilim ki ben bu lafı etmem’ der. İşte o zaman kitap sadece okunup bir kenara atılır. Büyük yazarları konuşmayız, onların yarattığı karakterleri konuşuruz. Romeo ve Jülyet yazarından daha ünlüdür. Belki unutulmaz aşkın karakterlerini yaratan yazarı bilmeyenler de vardır. Bunun gibi pek çok örnek verebiliriz. Bir yazarın ölümsüzlüğü de yarattığı karakterin yaşamasından gelir her çağda.

Yağmurun Gelini romanını ne kadar zamanda tamamladın?

“Yaklaşık bir yıl araştırdım, görüşmeler yaptım. Röportaj yapıp ses kaydı aldım. Onları dinleyip, notlarımı çıkardım. Sonra yazmaya oturdum. Yağmurun Gelini’ni dört ayda yazdım. Dört ayda sadece bir gün o da TÜYAP’ta imza günüm olduğu için dışarı çıktım. Dört ay boyunca odadan çıkmadan kimseyle görüşmeden yazdım.”

Yazarken neler yaşıyorsun, neler oluyor?

“Her yazdığım dönem kendime şu telkinde bulunuyorum: ‘Allah önüne bir sınav koydu ve senin sabrını sınıyor’. Yazmak sabrımın sınandığı bir dönem. Çünkü Amerikan filmlerinde yazarlar gece elinde viski kadehi ve puro ile ilham bekleyen tipler olarak gösterildi. Bize çizilen yazar profili böyledir. Gerçekle alakası yoktur. Çünkü 400-500 sayfa hikaye anlatacaksınız bunun hiç bir sayfasında ilham gelmez. Yazara kitabı yazdıran karakterleridir, ilham değildir. Disiplinle yazmalısın.

Sosyal etkinliğim sadece müzik dinlemektir. Yazdığım bölümlere göre müziğin türü değişiyor. Bir önceki bölümde çok neşeli bir müzik dinlerken , gittiğim yola göre daha slov, ruh halimi çökerten müzikler dinliyorum. Kesinlikle televizyon izlemiyorum. Normal hayatta da pek izlemiyorum. Yazdığım dönemde de çok fazla kitap okuyamıyorum. Sabah 6’da kalkıyorum gece 22.30’a kadar kitabın o günkü bölümü üzerinde çalışıyorum. 22.30’da yatıp tekrar sabah uyanıyorum. Gecenin sonunda ne biriyle telefonda konuşmaya ne de bir şeye bakmaya tahammülüm kalmıyor. Gazete okumam o anda. Dünyadan kopuyorum. Gerçek dünyadan kopuyorum. Gerçek dünyaya kendimi kapatıyorum. O hayali yaşıyorum karakterlerle birlikte.

Evde bir yardımcım yok. Dikkatimi dağıtacak hiç bir şey yok. Sabah 6’da kalkıp 7’ de bilgisayar başına oturuyorum. Benim kalkmam bir şeyi ifade etmiyor, karakterler uyanmamış oluyor. Karakterlerin uyanmasını bekliyorum. Bazen saat 12-13 oluyor. Ancak uyanıyorlar. Uyanınca benimle konuşmaya başlıyorlar. Ama ben daima aynı saatte uyanırım ki uyandıklarında beni karşılarında görsünler. Yazmak deli işidir çokça da sabır….”

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.