Ödüllü Hikayeler: “Uzun Irmak Boyunca”
Bu yıl Haldun Taner Öykü ödülüne değer bulunan Hande Gündüz’ün hikayelerinin yer aldığı Uzun Irmak Boyunca adlı kitapla ilgili bir değerlendirme yazısını sizlerle paylaşmak istedim:
“Seyis, ata binen attan düşer uşağım, diyor, bin gitsin, düşersen de tepe üstü. İkimiz de gülümsüyoruz.”
Uzun Irmak Boyunca, Hande Gündüz’ün doğanın öykülerini insanlara anlattırdığı, bazen doğayla insan arasındaki mesafenin belirsizleştiği, kimi öykülerde ise Kafkaesk bir dilin hakim olduğu ikinci öykü kitabı. Kitapta bir kuş tüyünün peşinde yürüyen öykü kahramanının aslında yürümediğini, rüzgarla iteklendiğini ya da pencereden içeri dolup içeriyi altüst eden rüzgarın aslında anıları, hayal kırıklıklarını da süpürüp pencerelerden dışarı uçurduğunu okura düşündürtecek; hatta okurun hiç sorgulamadan buna inanmasını bekleyen metinler var. Gündüz’ün kaleminin en güçlü yanı da bu belki. Okurdan metne inançla sarılmasını ve yazarla aynı hayal gücünü paylaşmasını istiyor, ısrarla talep ediyor; kıvrak kalemi ve derin, zaman zaman pencerelerdeki buhardan dışarının görünmesini engelleyecek yoğunluktaki hayal gücü ise bunu olanaklı kılıyor. Öyküleri bir sinema perdesinden izler gibi içine girerek, kurguya dahil olarak okuyorsunuz. Metinlerin tamamı toprak, ağaç, çamur ve sis kokuyor. Karakterler yağmurda iç sıkıntısıyla yürürken yahut bir başkasını takip ederken, çıplak gözlerle siz de kendinizi onları izlerken yakalıyorsunuz. Gündüz; yaşayan, nefes alan, gerçek dertleri olan öykü karakterleri yaratma konusunda çok başarılı. Kısacık sayfalarda hayatlarının bir dönemine şahit olduğumuz karakterler sanki diğer öykülerde de bir kenardan çıkıp kurguya dahil olacak kadar derinlikliler.
Hande Gündüz, kalemini derinlere batırdığı öykülerinde de suyun yüzeyinde kalan mürekkep lekelerinde de gayet iyi. Bizon’da ya da Şenlik’te okurun kafasını karıştıran, buna rağmen takip etmekte zorluk çıkarmayan, okuru derinlemesine düşünmek için yüreklendiren, yine de anlamlandırmak için yardım eden çok boyutlu bir dil kullanıyor. Daha yakını ya da bilineni anlattığı Islık ya da Düğün Çorbası gibi öykülerde de bizim bildiğimiz, yaşadığımız, her gün içinde soluduğumuz hayata nasıl vakıf olduğunu, kaleminin en sade yanını kullanarak oldukça başarılı bir şekilde önümüze sunuyor.
“Bana bak, diyor, yaklaş, bas gaza, adam kuru elleriyle koltuktan, emniyet kemerinin altından kendini aşağı kaydırıyor, kadının gaz pedalına giden bacağına vuruyor, bas, bas gaza. Sonuçta sadece bekliyorlar, hiçbir şey rayından çıkmış değil. Tıpkı uçurumun dibinde yatan bizona bakar gibi. Çoktan aşağı düşmüş, sürü gideli çok olmuş, kalkan toz yerine çökmüş. Her şey yerli yerinde. Orada, bizonun yanında uçurumun dibindeymişler, ses yokmuş. Kadın dizini bizona yaslamış.”
İki metodu da etkileyici bir şekilde birleştirdiği Âdeta adlı öyküsünde ise kırın ortasında atları seyrederken buluyorsunuz kendinizi. Ağaçtan, değirmenden ya da attan düşmek konusunda kararsız çocuğa elinizi uzatacak kadar yakındasınız. Buna rağmen emin olmanıza izin vermiyor Gündüz. Küçücük hayatın, kısacık anın gizemini öykünün sonuna kadar koruma konusunda kararlı. Hikayenin doktoru bile morluklara bastırıyor, anlaşılması kolay olanı daha da zorlaştırmak için sanki, acıtacağını bile bile.
“… Yine de kimse ona bir suskun olduğu için kızmıyor. Sanki susmak en doğal hakkıymış gibi. Kötü bir şeyi erkenden söylemektense, hiç söylememesi ya da artık gerçeği anlamak için kimsenin kimseye bir şey söylemeye gerek kalmadığı o an’a kadar susması.”
Hande Gündüz işte böyle oynuyor okuyucuyla, ilk hikayesindeki hortum misali; bir öykü kitabının hortuma dönüşmeyeceği umuduyla başladığınız o incecik yolculuktan, kafası karışık ancak yeni ve güçlü bir kalemle tanışmış olmanın verdiği tuhaf hazla ayrılıyorsunuz. Aklınız köşelere, odalara bölünmüş; her bölümde başka başka hikayelerin çözümlerini bulacağınızı sanıyorsunuz, o yüzden diliyorsunuz ki bu kalem susmasın hiç, öncesi olduğu gibi sonrası da olsun.
Bu yazı 7 Kasım 2014 tarihli Aydınlık Kitap Eki’nde yayınlanmıştır.