Söyle seni kalbim nasıl unutsun
1999 yılı
17 Ağustos günü
Bandırma’da
Sağdıcım Altuğ’la birlikteydik.
Gece gündüze döndü
Hava sıcak ve sıkıntılıydı.
Paşabayır’da ‘Çamlık’taki halı sahada
gece yarısı futbol oynadık.
Maç bitince de evlerine gittik.
İkimizdik.
Muhabbete daldık.
Bir arada olunca muhabbetin sonu gelmezdi.
Genelde ben uyuyunca laf yarım kalırdı.
Pek dayanamazdım uykuya…
O gece de öyle oldu.
Uyuyakalmışım ama o ayaktaydı.
Sonra
Saat 03:02
Telaşlı, aceleci, korkulu, koruyucu haliyle
omzumdan sarstı ve “Sağdıç kalk” dedi.
Uyku sersemliğim yoktur.
Kalktım ve hemen anladım; deprem oluyordu.
Hem de nasıl şiddetli…
Ayakta durmak imkansızdı.
Bina beşik gibiydi.
Avizeler tavana vuruyor,
dışarıdan müthiş bir uğultu geliyordu.
Parlayan bir ışık, geceyi gündüze çevirdi.
O anda
Beni ateş bastı,
kalbim yerinden çıkacak gibi attı.
Başım delicesine dönerken,
dizlerimin bağı çözüldü.
Bir an geçer gibi olunca,
birbirimize tutunarak,
zar zor evin kapısına vardık.
Vardık ama boşa…
Daha da şiddetlendi.
Sadece kapıyı açtık, dışarı çıkamadık.
Daha 2-3 metre ötede,
karşı dairedeki komşunun yüzünü seçemiyordum.
Apartmanın 3’üncü katından
nereye kaçacaktık ki..?
Kaçamadık.
Depremin merkez üssüne kilometrelerce uzakta,
bir türlü bitmeyen,
tam 45 saniye süren sallantıyı,
dualarla kapı eşiğinde geçirdik.
Öldük, öldük, dirildik.
Herkes sokaktaydı
Kendimize geldiğimizde sokaktaydık.
Herkes sokaktaydı.
Telefonlar düşmüyordu.
Elektrikler kesikti.
Ama hiç karanlık değildi.
Gökteki yıldızlar sanki yere inmişti.
O kadar çok ve parlaktılar ki…
Unutmak mümkün değil.
Taş üstünde taş kalmadı
Ailelerimizle irtibat kurduktan sonra
çevredekilere kulak kabarttım.
Birinde pilli radyo vardı.
Fakat çoğu kanalda sinyal yoktu.
Nihayet bir radyocunun sesi duyuldu.
Kimdi bilemiyorum
“İstanbul’da taş üstünde taş kalmadı” diyordu.
Bu bir kıyamet…
Her yer zifiri karanlık…
Hayattaysanız ne olur yardım edin…
Sabah olmadı
Herkes ağlıyordu.
Paşabayır’dan yürüyerek sahile indik.
Sahilde mahşeri bir kalabalık vardı.
Herkes çok korkuyordu.
Kimseye sabah olmadı.
Kimse de o trajik sabahın doğmasını istemedi.
Öyle bir şoktu ki
Kalbimize inen, o kadar büyük bir darbeydi ki
acısı günlerce, aylarca, yıllarca geçmedi.
Geçmiyor.
Osmanlı’da doğal afetler
Bugün o geceyi yeniden hatırlatan,
“Osmanlı İmparatorluğu’nda Doğal Afetler” kitabının bende yarattığı histi.
Yaron Ayalon tarafından yazılan,
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’nca basılan bu tarihi eserde
depremden yangına, vebadan kıtlığa
birçok doğal afet anlatılıyor.
Türlü acılarla yoğrulmuş insanı
felaketlerle yüzleştiren kitap,
birey, devlet ve cemaat reaksiyonlarını ele alıyor.
İnsanın felaketler karşısındaki
kaçma, saklanma ve tevekkül gibi
davranışlarına ışık tutuyor.
Hazır mıyız?
Evet: O gece ruhuma dokunan bir ders aldım.
Doğa olaylarından kaçış yok.
Saklanacak bir yer yok.
Olağan karşılamak için de hazır olmak gerekiyor.
En sonu tevekkül.
Hazır mıyım?
O gece yitirdiğimiz nice insanı düşünüyorum.
Yalova Çiftlikköy’de eşi, kızı ve torunlarıyla birlikte hayatını kaybeden
bestekar Ziya Taşkent’i mesela…
Hazır mıydılar?
Tüm kayıplarımızın hatırası önünde saygıyla eğiliyorum.
Ve her birini tek tek
bestekarın Hüzzam eseriyle anıyorum:
Rüzgar susmuş ses vermiyor nedendir
Sen gideli hayat benim çilemdir
Seven gönül yar kıymeti bilendir
Gökyüzünde duman duman bulutsun
Söyle seni kalbim nasıl unutsun